DİL YÂRESİ YA DA “BEN ÖZGÜRÜM!” (4.1.2002 www.iha.com.tr)
Geçen haftaki yazımızda, Pakistan’da bulunduğumuz 1 haftaya yakın süre içinde edindiğimiz izlenimleri aktaracağımızı duyurmuştuk. Sözümüzde duralım ve bu haftaki yazımızı da böylece yazmış olalım.
Pakistan, İngiltere’den bağımsızlığını kazanarak 1947’de kurulmuş, yüz ölçümü Türkiye kadar bir ülke. Ama nüfusu bizim 2 katımızdan fazla. Ortak komşumuz İran. Diğer komşuları Afganistan, Çin ve Hindistan. Nüfusunun yüzde 97’si Müslüman. Devletin resmî dili Urduca. Ekonomisi tarıma dayanıyor.
Bulunduğumuz süre içinde Pakistan’da 3 önemli olay meydana geldi:
1) Afganistan’daki Taliban yönetiminin devrilmesinde, ABD’nin yanında yer alan en önemli ülkelerden biri Pakistan’dı. 22 Aralık 2001 günü geçici hükûmet Kabil’de göreve başladı.
2) Yıllardan beri kendileri için sıkıntı kaynağı, diğer komşusu Hindistan ile aralarında birdenbire savaş rüzgârları esmeğe başladı.
3) 25 Aralık 2001 günü Pakistan’ın kurucusu Muhammed Ali Cinnah’ın 125’inci doğum yıl dönümü, Karaçi’de yapılan büyük bir törenle kutlandı.
19’uncu yüzyılda dünyanın dörtte birini ele geçirerek kendisine (üzerinde güneş batmayan devlet) unvanını veren İngiliz İmparatorluğu’nun asırlar süren maddî ve manevî her türlü sömürüsünden arta kalan fakir bir ülke olduğu hemen göze çarpıyor. Trafik İngiltere’de olduğu gibi soldan işliyor. Devlet dairelerinde ve okullarda İngilizce kullanılıyor. Konuştuğumuz Pakistanlılar, devlet bütçesinin yüzde 80’inin askerî harcamalara, yüzde 2,5’inin eğitime ayrıldığını söylediler. Kurulduklarından beri yaşadıkları askerî darbe sayısını Türkiye ile karşılaştırmak istediğimizde ise rakamlarda anlaşamadık...
Şehir trafiğinde dolaşma imkânı bulduğum, özellikle Ravalpindi, Peşaver ve Lahor’da trafik son derece sıkışık. Her yerden yaya, bisiklet, motosiklet ve üç tekerlekli motosikletler sanki fışkırıyor. İşin ilginci, bu kadar keşmekeş bir trafik içinde hiç kazaya rastlamadım. Şehir içi taşımacılıkta belediye otobüsü hiç yok. Dolmuşların yanı sıra, üç tekerlekli motosikletler bu iş için yaygın şekilde kullanılıyor. Oturulması için ayrılan yerleri dolduktan sonra, 3-5 kişinin ayakta ve bir yerlere tutunarak yolculuk yapmadığı bir motoguzzi görmek çok zor. Bir cambaz mahareti gerektiren bu işi, bir karış ak sakallı dedelerin bile ustalıkla başardığını gördüm ve hiç düşen birine rastlamadım. Bu kadar aracın çıkardığı dumandan genizleriniz yanıyor, polisler maske ile görev yapıyor. At arabaları da dâhil nerdeyse bütün taşıtlar, renk renk boyanmış envaiçeşit nakışlarla süslenmiş. Bu hususta kamyonlar birinci sırada. Aman Allah’ım, doğaları gereği kaba ve çirkin olan kamyonlar nasıl da boyanmış ve süslenmiş! Pakistan’ın kamyonlarını görüp de kıskanmayacak bir gelin düşünemiyorum...
Mimarı, Ankara eski belediye başkanlarından Vedat Dalokay olan İslamabad’daki Faysal Camii ile Hindistan’da hüküm süren Timuroğulları İmparatorluğu’ndan kalma Lahor’daki tarihî kale ve yakınındaki muhteşem camiyi ziyaret ettim. Dikkatimi çeken bir husus, ziyaretçilerin ayakkabılarını camilerin hemen girişinde değil de, en dış avlunun kapısında emanete veriyor olmasıydı. Ayakkabılarınızı verdikten sonra, geniş dış ve iç avluları ya çorapla veya tozlanmasını istemezseniz yalın ayak geçiyor, camiye de öyle giriyorsunuz.
Evlerde sabit ısıtma tesisatı yok. Çünkü gerek yok. Türkiye’nin en güneyinden 36 derece, Pakistan’ın en kuzeyinden ise 37 derece kuzey enlem dairesinin geçtiğini göz önüne alırsanız bunun nedenini anlarsınız. Kış mevsiminde geceleri bastıran ayazda da elektrik sobası vb. araçlarla idare ediliyor.
Belki de benim elektronik mühendisi olarak dikkatimi çeken bir diğer husus, sokaklardaki elektrik direklerinde bulunan ve yüksek gerilimi 220 volta düşüren trafoların tamamının, bizdeki gibi direğin tepesinde değil de neredeyse insan boyu mesafesinde olmasıydı.
Yabancı bir ülkeye gidildiğinde, kendi ülkesinden farklı olduğu için ilginç gelen bir takım hususlar tespit edilebilir. Size garip gelen bir şey, o ülke insanları için gayet normal olabilir. İnsan biraz düşününce ve o ülkede uzunca bir süre kalınca bu kabil garipliklerin, kendi içinde bir mantığının bulunduğunu anlayabiliyor. Ancak şimdi anlatacağım bir gariplik var ki ben şahsen, son günlerin moda deyimiyle bir türlü “içime sindiremedim”.
25 Aralık 2001 akşamı İslamabad hava alanında Karaçi uçağını bekliyorum. Televizyonda Kaid-i Azam (Ulu Önder) M.Ali Cinnah’ın 125’inci doğum yıl dönümünü kutlama töreni naklen veriliyor. Bu iş için kurulmuş bulunan özel komisyonun üyeleri, profesörler ve bakanlar, sırayla kimisi İngilizce kimisi de Urduca konuşmalar yapıyorlar. Bu arada yaşı gereği elindeki metni, gözündeki çok kalın camlı gözlüklere ilâve olarak büyük bir büyüteç yardımıyla, ama İngilizce okuyan ak sakallı bir konuşmacı dikkatimi çekiyor. En son konuşmayı yapmak üzere, Pakistan Devlet Başkanı General Pervez Müşerref alkışlar arasında kürsüye geliyor. Tahmin edeceğiniz gibi, törenin konusu ve Hindistan ile aralarının ısındığı şu sıra içinde bulunulan ortamın bir gereği olarak millî duyguları okşayıcı ve kabartıcı uzun bir konuşma yapıyor. Ancak o da ne!? Devlet başkanı da konuşmasını bütün Pakistan halkına hitaben İngilizce yapıyor ve ana dilleri Urduca’ya tercümesi alt yazı olarak geçiyor. Nüfusun büyük çoğunluğunun, bu konuşmayı ancak alt yazıları okuyabildikleri taktirde anlayabileceklerini birkaç kanaldan sorarak doğrulattım. Zaten 1 haftalık temaslarım sonucu Pakistan halkının tamamının İngilizce bilmediğini kendim de yaşayarak öğrenmiştim.
Şimdi, kimya mühendisliği alanında lisans ve yüksek lisans eğitimini ABD’de yaparak Yale Üniversitesinde 1962 yılında 26 yaşında profesör olmuş, yıllarca Yale’de ve Harvard’da ders vermiş, hâlen ABD’deki Yale Üniversitesi ile Yıldız Teknik Üniversitelerinde öğretim üyeliği yapmakta olan, “Türk Aynştayn’ı” lâkaplı Prof.Dr. Oktay Sinanoğlu’na kulak verelim:
“Tarihte Romalılardan beri bir ülkeyi köleleştirip ortadan kaldırmak için bilinen ve uygulanan bir yöntem var: O ülkenin dilini yok etmek. Bir milletin dili nasıl unutturulur? Bunun neredeyse ders kitaplarına girmiş tek bir yöntemi var: Bir ülkede, yabancı dille eğitimi ana okulundan başlatırsan, bir veya bir buçuk nesil sonra o dili unutturabilirsin. Atatürk Türkiye’sinde İngilizce eğitim yapan bir tane Türk okulu yoktu. Bütün sömürgelerde aynı iş yapılmıştır. Her sömürgeci, ‘dünya dili’ diye kendi dilini yutturmaya kalkar. Gidin Tunus'ta, Cezayir'de sorun. Onlar da Fransızca'yı dünya dili sanırlar. İnsan önce kendi dilinde düşünür. İngilizce’nin giderek ön plâna çekildiği bir eğitim ortamı, çocuklara şunu söylemek anlamına gelir: ‘Sen sömürge çocuğusun!’ Böyle bir anlayışın egemen olduğu bir ülkede yetişen kuşaklarda ‘özgüven’ oluşamaz”.
Âdet olduğu üzere yazının sonunu, bu defa toparlayıcı bir cümleyle bağlamıyorum. Son günlerde Türk televizyonlarında da moda olan ve seyircinin nerelerde ve nasıl güleceğini, özel kahkaha efektleriyle yönlendiren komedi dizilerinin komik durumuna bir anlamda biz de düşmeyelim.
Ne demişler: “Arif olan anlar!”
Bu makale, 4 Ocak 2002 tarihinde www.iha.com.tr internet sitesinde yayınlanmıştır.