KATAR MESELESİNDE ÇOK DİKKATLİ OLUNMALI (13.6.2017 Yeni Çağrı)
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 12-15 Şubat 2017 tarihlerinde Körfez ülkelerinden Bahreyn, Suudi Arabistan ve Katar’a resmî ziyaretlerde bulunmuştu. Osmanlı bakiyesi topraklarda 100 sene önce ortaya çıkmış bu ülkelerin emir ve krallarıyla bir dizi görüşmelerin yapıldığı o ziyaretlerin ardından ben de Katar’la ilgili bir makale yazmıştım. O makalede, Katar’ın daha çok Osmanlı geçmişine değinmiştim. Tabii o zaman, Erdoğan’ın ziyaretinin üzerinden daha dört ay geçmeden, bu küçücük petrol ve doğal gaz zengini yarımada devletinin başına, neredeyse dünya ile bütün bağını koparacak devasa bir çorap örüleceği aklımın ucundan bile geçmiyordu.
Katar’ın Osmanlı topraklarına katılması, Osmanlıların Basra Körfezi’nde Portekizlilere karşı üstünlük sağladığı 1559 yılına rastlar. Bu tarihte Lahsa Beylerbeyiliği kurulmuş, Katar bir sancak olarak buraya bağlanmıştı. Sonraki asırlarda Katar, Osmanlı İmparatorluğu’nun idari yapısında, Basra vilayetine bağlı Necid sancağının bir kazası idi. İlk Osmanlı birliği 1852’de, Doha’daki hâlâ Kal’atü’t-Türk denen garnizona yerleşti. En son, İngilizlerin Körfez’deki yoğun faaliyetlerine rağmen 1871’de Katar’da kontrol tekrar sağlanıp Şeyh Muhammed bin Sânî Katar kaymakamı olarak tayin edildi. Bu şeyh 1876’da yönetimi oğlu Şeyh Câsim’e bırakmış ve 1878’de 90 küsur yaşında ölmüştür.
Sultan Reşad’ın 1910-11 yıllarındaki İttihatçı sadrazamlarından ve Libya’nın elimizden çıkmasının sorumlusu olan İbrahim Hakkı Paşa, İngiltere ile Osmanlı Devleti adına antlaşma imzalama yetkisi verilerek 1913’te Londra’ya gönderilmişti. Artık imparatorluğun devamının mümkün olmadığına ve ancak İngiltere’nin Almanya ile birlikte devleti koruyup kollamasıyla ayakta kalınabileceğine inanan bu zat, İngiliz Hariciye Nazırı Sir Edward Grey ile sürdürdüğü müzakereleri tamamlayarak 29 Temmuz 1913’te beş antlaşmanın altına imza attı. Devletin tamamen aleyhine olan bu antlaşmalarda, Katar ve Bahreyn Adaları’ndaki haklarımızdan vazgeçerek bu ülkelere istiklal verdiğimiz de zikrediliyordu. Yine de 1915 Ağustosuna kadar Katar’da Türk askeri bulundu. 3 Kasım 1916’da İngiltere’ye tabi olan Katar, 1971’e kadar İngiltere himayesinde kaldı. 3 Eylül 1971’de bağımsızlığını kazandı.
1912’ye kadar basılan pek çok devlet salnamesinde adı yazılı Câsim bin Muhammed es-Sânî Efendi “kapıcıbaşı” rütbesiyle Osmanlı’nın Katar kaymakamı idi. Câsim Efendi’nin dedesinin ismi sebebiyle Katar hanedanına Sânî Hanedanı (Âl Sânî) denir. Hanedanın erkek üyeleri “şeyh”, kadın üyelerine “şeyha” unvanını taşır. Câsim Efendi 37 yıl kadar süren saltanatından sonra 1913’te 90 yaşına yakın vefat etti ve yerine oğlu Şeyh Abdullah bin Câsim geçti. Şeyh Abdullah 35 yıllık saltanattan sonra 1948’de oğlu Şeyh Ali lehine tahttan feragat etti. Şeyh Ali bin Abdullah kendi oğlu Şeyh Ahmed lehine tahttan feragat ettiği 1960’a kadar Katar prensi oldu. Şeyh Ahmed bin Ali 1972’ye kadar tahtta kaldı. Bu arada Katar, 3 Eylül 1971’de İngiltere’den bağımsızlığını kazandı ve Katar prensleri “emir” unvanını aldı. 1972’de amcasının oğlu olan selefini tahttan indiren Şeyh Halife bin Hamad bin Abdullah bin Câsim yeni Katar emiri oldu. Bunu da, oğlu Şeyh Hamad 1995’de tahttan indirerek yerine kendi geçti. Şeyh Hamad 25 Haziran 2013'te 33 yaşındaki oğlu Temim lehine emirlikten feragat etti. Dolayısıyla Şeyh Temim bin Hamad bin Halife bin Hamad bin Abdullah bin Câsim Âl Sânî sekizinci Katar emiridir.
Şeyh Temim 3 Temmuz 1980 doğumlu. Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerinin liderleri arasında en genç devlet başkanı olma sıfatını taşıyor. Lise tahsilini İngiltere’de yaptı. En son 1998 yılında Sandhurst Kraliyet Askerî Akademisi’nden mezun oldu. 9 milyar doları aşan şahsi servetiyle dünyadaki krallar ve emirler arasında bu bakımdan dokuzuncu sıradadır. İlk sırada 77 milyar dolar ile İngiltere kraliçesi İkinci Elizabeth bulunmaktadır. Şeyh Temim 1.96’lık boyu ile ayrıca dikkat çeken liderler arasındadır.
Katar, Marmara Denizi kadar bir büyüklüğe sahip 11 bin 586 kilometrekarelik bir yarımada. Sadece Suudi Arabistan ile 87 kilometrelik bir sınırı var. Ülkede 2 milyon 250 bin kişi yaşıyor. Başlıca gelir kaynağı petrol ve doğal gaz olan ülkenin IMF verilerine göre 2016 Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) rakamı 156,6 milyar dolar ve dünyada 55. sırada. Biz ise 755,7 milyar dolar ile 18. sıradayız. Katar’ın kişi başına GSYİH rakamı 129 bin 700 dolar ve dünyada ilk sırada. Biz de 21 bin 100 dolar ile 85. sıradayız.
Şimdi gelelim 5 Haziran 2017 günü patlak veren ve bütün dünyayı şaşırtan malum krize. O gün, önce Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır, Doha yönetimiyle bütün diplomatik ilişkilerini kesti. Bu dört ülkeye kısa süre sonra Yemen, Libya, Maldivler, Moritanya, Komor Adaları ve Somaliland da katıldı. Ancak Libya’daki paralel hükûmetlerden sadece Tobruk’takinin böyle bir karar aldığını ve bu kararın Libya’nın tamamını bağlamadığını, Somali’deki bir nevi özerk bölge olan Somaliland’ın da hiçbir devlet tarafından tanınmayan bir ülke olduğunu belirtelim. Yemen’in kararı da merkezi hükûmet tarafından alınmış olup muhalif güçlerce tanınmamaktadır. Bu arada Ürdün, Nijer, Cibuti, Çad ve Senegal’in de Katar ile diplomatik ilişkilerinin seviyesini düşürdüğünü, Fas Kraliyet Havayolları’nın ise Katar ile diplomatik ilişkilerini kesen ülkelere Doha aktarmalı seferlerini durdurduğu ilave edelim.
Olayın üzerinden bir hafta geçmesine rağmen işin aslını tam olarak kimse söyleyememektedir. Katar’a yöneltilen suçlamalar, bu devletin Arapların ortak ilkelerine karşı geldiği, Arap ülkelerinde karışıklık ve huzursuzluğu yaymaya çalıştığı gibi muğlak isnatlardır. Bölgelerindeki en önemli meselelerde bile uzun yıllardan beri bir türlü ortak bir karar alamayan Arap ülkelerinin, bu defa yıldırım hızıyla nasıl olup da birdenbire ağız birliği ettiklerini açıklayabilen birine rastlamadım. Bütün bir ülke halkının dünya ile her türlü bağlantısını kesme ve cüzzamlı veya vebalı bir hasta gibi tecrit etme konusunda neden bu kadar acımasız ve katı olabildiklerini çözen biri çıkmadı. Bu acımasızlık öyle bir seviyeye vardı ki Birleşik Arap Emirlikleri başsavcılığı Katar'a yönelik “sempati ve duygudaşlık” ifade eden ılımlı açıklamaların yapılmasını bile yasakladı. Bu da yetmedi, Barcelona futbol takımının formasındaki sponsorun Katar Havayolları olması sebebiyle bunu giyen ve taşıyanların tutuklanacaklarını ve 15 yıla kadar hapis cezası ile yargılanabileceklerini açıkladı.
Diplomatik abluka altındaki Katar ise kendisine yöneltilen bütün iddiaları reddederek egemenliğini hedef alan ve tamamı uydurma olan bir iftira kampanyasına maruz kaldığını söylemektedir. Yaygın kanaat, ortaya çıkan bu uluslararası krizin fitilini ABD Başkanı Trump’ın, 21 Mayıs 2017’de Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz ve Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile birlikte Riyad’daki Uluslararası Radikal Düşünceyle Mücadele Merkezi’nin açılışında ateşlediği yönündedir.
Derinleşme eğilimi gösteren bu önemli krizin, ileri dönemde nerelere kadar uzanacağını ve sonuçlarının ne olacağını kestirmek oldukça güçtür. Krizde rol alan ülkelerin çoğunun sınırları, 100 sene önce Osmanlı’dan koparılan toprak parçaları üzerinde, özellikle İngilizler tarafından cetvelle çizilmiştir. Uzun yıllar sömürge olarak yaşamış 1970’li yıllarda birer ikişer bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Bu bağımsızlıkları elde ederken sömürgeci ülkenin kendilerine ne gibi gizli şartlar dayattığını bilmiyoruz. Ama 50-60 yıl kaldığı bir ülkeden “Hadi bana eyvallah…” diyerek çekip gittiğini düşünmek sanırım safdillik olur.
Krizin başlamasından sonra geçen kısa süre içinde başta Türkiye olmak üzere İran ve Rusya krizin barışçı yollarla çözülmesi yönünde açıklamalar yaptılar. Türkiye, Katar’la daha önceki yıllarda yapılan bir anlaşmayı derhâl Meclis’ten geçirerek Katar’daki üssümüze sayısı 5000’e varabilecek asker gönderme kararı aldı. Buradan Türkiye’nin bu hassas meselede geri planda kalmayacağını ve aktif bir politika izleyeceğini anlıyoruz. Bu politika yön itibariyle Katar karşıtı koalisyonda değil onun yanında yer almak şeklinde tecelli etmiştir.
Suriye konusundaki politikamız müttefiklerimizin, özellikle de ABD’nin beklentilerimizin aksine tutum ve davranışlar sergilemesi, daha açık söylemek gerekirse “kaypak” davranması sebebiyle kısa sürede varılması hedeflenen olumlu sonucu verememişti. Katar konusundaki politikamızın olumlu sonuç vermesini gönülden diliyorum. Ancak dış politikada mutlak dost ve mutlak düşman devletin bulunmadığını, Sultan Hamid siyaseti takip etmek suretiyle Batı’nın çevirdiği entrikaları boşa çıkarmak, hareketlerimize yön verirken en az Trump kadar akıllı olmamız ve “İlk önce Türkiye” dememiz lazım geldiğine inanıyorum. Çünkü Türkiye’miz ayakta kalmanın ötesinde her konuda güçlenmelidir ki bütün dünyadaki “Müslümanların hamiliği” görevini layıkıyla yapabilsin.
Bu makale, 13 Haziran 2017 tarihli Yeni Çağrı Gazetesi'nde yayınlanmıştır.