NAMIK KEMAL’İN KALEMİNDEN İSTANBUL’UN FETHİ (1) (2.6.2020) Yeni Çağrı
Geçtiğimiz cuma günü güzel İstanbul’umuzun 7. Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed Han ve ordusu tarafından fethinin 567. yıl dönümünü büyük bir coşkuyla kutladık. 1934 yılı Ramazan ayı başından beri ibadete kapalı olan Ayasofya Camii’nin içinde Eminönü Yeni Cami imam hatibi Ferruh Muştuer tarafından Fetih Suresi okundu ve akabinde dua edildi. Kur’ân-ı Kerîm tilavetini ve duayı video konferans üzerinden dinleyen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan vatandaşlara seslendi. Konuşmasına Besmele ile başlayan Erdoğan, Fetih Suresi'nin Türkçe mealinin bir bölümünü okudu.
Fatih Sultan Mehmed Han’ın 29 Mayıs 1453 Salı günü İstanbul’u fethetmesiyle kılıç hakkı olarak kiliseden camiye çevrilen ve yine Fatih’in Kıyamet’e kadar cami kalmasını yazılı olarak vasiyet ettiği Ayasofya Camii, 481 yıl cami olarak hizmet vermesinin ardından 86 yıldır içinde namaz kılınmasının hasretini çekiyor. Hristiyan dünyasının göstereceği tepki dışında camiye çevrilmesi konusunda Cumhuriyet Hükûmetlerini neyin engellediğinin bir türlü anlaşılamadığı bu kutlu gün bakalım ne zaman idrak edilecek? Ömrümüz varsa yaşayıp göreceğiz.
Bu yazımda İstanbul’un fethini, XIX. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış, Türk edebiyatı ve siyasî hayatında büyük tesirler meydana getirmiş gazeteci, yazar, şair ve idareci Namık Kemal’den (1840-1888) dinleyelim istedim. Yazarın ilk baskısının 1872 yılında yapıldığı Evrak-ı Perişan isimi kitabının Fatih’e ayırdığı bölümünde Fetih’le ilgili yazdıklarını, üslubuna fazla dokunmadan sadeleştirerek ve ara başlıklar ilave ederek aşağıda arz ediyorum.
DOKUZ ASIRLIK KIZILELMA: İSTANBUL
İşte Fatih unvanını yalnız kendine has kılan bu kahraman, [Karaman’a karşı giriştiği] daha birinci harp tecrübesindeki muvaffakiyeti, askerinin pazu gücüne hacet kalmaksızın yalnız elini çabuk tutmadaki süratiyle elde ettikten sonra, devletinin bekası için gereken fetihlere, bu maksadın en zor tarafı olan İstanbul’dan başladı.
Gerçi o zaman İstanbul nüfusça şimdiki hâlinden daha az kalabalık ve bağlı yerleşim yerleri ise Silivri gibi birkaç kasabayla sınırlı bir memleketti. Fakat nice asırlar cihana hükmeden Roma İmparatorluğu’nun son ikbali ve batı medeniyetinin ilim kapısı olduğu gibi, Doğu Kilisesi’nin de idare merkezi bulunduğundan onu zapt etmeyi istemek âdeta Hristiyanlık âlemine meydan okumak kabilindendi.
Bundan başka şehrin mevki olarak saldırılara karşı korunmuş olmasının yanında istihkamı, Fatih zamanındaki harp sanatının ulaştığı dereceye göre o kadar sağlam idi ki, âdeta fethedilemez bir yer olarak kabul edilirdi. Hatta bu istihkam vaktiyle şehrin fethine kalkışan birçok kahramanın mesaisini neticesiz bırakmıştı.
İMPARATOR ÇİZMEYİ AŞIYOR
Bir de Osmanlı şehzadelerinden Orhan İstanbul’da bulunuyordu (Namık Kemal Şehzade Orhan için Süleyman Çelebi’nin torunu demişse de kardeşi Kasım Çelebi’nin oğludur). Eğer imparator tarafından memleketin herhangi bir tarafına gönderilecek olursa, yine büyük bir fitne çıkması kaçınılmazdı. Özellikle Halil Paşa kendi ikbalini temin için Fatih’in düşüşü uğrunda müracaat etmedik bir vasıta bırakmayarak İmparator’u daima bu fitnenin hazırlanmasına teşvik edip duruyordu.
Sonunda İmparator, Şehzade Orhan’ın muayyen maaşının ödenmesinde vuku bulan gecikmeyi bahane ederek Edirne’ye küstah bir tavırla elçi gönderdi. Bu para verilmediği takdirde, Şehzade’nin Anadolu’ya salıverileceğini tehditkâr bir şekilde beyan etti. Bu münasebetsizlik üzerine Fatih, Rum politikasına bir nihayet vermeye kesin surette karar vermiş ve bundan sonra bütün gayretini harp hazırlıklarını tamamlamaya hasretmişti.
Hatta tarihî rivayetlerdendir ki bir gece sabaha karşı Halil Paşa’yı yanına çağırtır. Paşa bu vakitsiz davetten fevkalade telaş ederek bütün canından ümidini keser. Yanına biraz altın alır ve Padişah’ın huzuruna çıkar. Padişah Sadrazam’ın bu telaşını görünce,
- Lala, emin ol. Ne hazineni isterim ne de hayatına kastım vardır. Talebim yalnız İstanbul’un fethine yardımındır. Bu yastığı gördün mü? Uykusuzlukla döne döne bu hâle getirdim. Gece gündüz hayal ettiğim İstanbul’un fethi gerçekleşmedikçe rahat etmek ihtimalim yoktur, der. Paşa’nın söz vermesi üzerine,
- Rumların parasından sakın! tehditkâr emriyle sözünü bitirir.
BİZANS’IN KALBİNE HANÇER: RUMELİ HİSARI
Harp levazımı bir taraftan tedarik olunadursun, kendisi Anadolu askerinin geçişini temin için Boğaziçi’nin öbür tarafında münasip bir nokta tutmak niyetiyle sahile indi. Rumeli Hisarı’nın bulunduğu mevkii seçerek oraya bir kale yapmak istedi. Bunun için de her hareketini bir meşru cihete isnat ettirmek âdeti olduğundan, ahde riayet ederek ilk önce İstanbul İmparatoru’nun ruhsatını talep etti.
- Orası Cenevizlilerin tasarrufundadır. Onların görüşü sorulsun, yollu girizgâhı bulunan bir cevap geldi. Bunun üzerine padişah,
- Mademki öyledir. Benim Cenevizlilerle resmî bir münasebetim yoktur. Yapacağım işi onlardan sormaya da mecbur değilim, diyerek hemen işe başladı.
İmparator bu teşebbüsten ve Halil Paşa’nın gizli uyarılarından son derece ürkerek padişahı niyetinden vazgeçirmek ve cizye almaya razı etmek için huzuruna birkaç sefir gönderdi. Fakat Fatih,
- Mülkümün muhafazasına çalışmak ahdi bozmak mıdır? İmparatorunuz Macarlarla ittifak edip de babamı Rumeli’ye geçmekten menetmeye kalkıştığı zaman, merhumun ne büyük bir tehlikede bulunduğunu unuttunuz mu? Ben o zaman çok genç bir kişi olarak Edirne’de idim. Müslümanlar dehşetlerinden titrerlerdi. Siz de onların bu hâline bakıp eğlenirdiniz. Pederim o sırada buraya bir kale yapmak için yemin etmişti. Ben onun yeminini yerine getiriyorum. İmparatorunuza söyleyiniz ki şimdiki padişah, bundan öncekilere benzemez. İktidarımın eriştiği mertebeye, ecdadımın emelleri bile ulaşamamıştı. Sizin geri dönmenize izin veriyorum. Fakat bir daha bu türlü tebligat ile yanıma gelen olursa belasını bulur! şeklindeki korkutucu cevabıyla sefirleri geri gönderdi. Halil Paşa’nın aldatıcı fikirlerini de büyük bir nefretle reddederek yine işine devam etti.
Kalenin haritasını bizzat kendisi çizmiş ve bereketlenmek için kalenin her burcunu, Muhammed kelimesini meydana getiren harflerden birinin şeklinde tertip etmişti. Bu inşaat için toplanan 15 bin kadar amelenin yanı sıra, bizzat kendisi de çalışarak örnek olması üzerine vezirlere varıncaya kadar herkes amele tarzında çalışmaya başladığından kale pek az bir zaman içinde tamamlandı.
FATİH’İN ŞÂHÎ TOPLARI
Padişah bu teşebbüsün İstanbullular üzerindeki tesiri sebebiyle Rumlarla aralarında yakında bir hadise cereyan edeceğini muhakkak gördüğünden Edirne’ye dönerken şehri iyice incelemişti. Bir taraftan onun haritasını tanzim ederken diğer taraftan da gerekli kuşatma malzemelerini tamamlamakla meşgul olduğu sırada, dünyaya bunca kıymetli eseri yadigâr bırakmış olan keşif kabiliyeti Fatih’e yeni bir ufuk açmış, bir zamandan beri Avrupa’da revaç bulan ve fakat şimdiki mitralyözler gibi nadiren ve sınırlı sayıda kullanılan ateşli silaha gözü ilişmiş ve onun yapılması ve kullanılması için sarf ettiği çok büyük hizmetler sayesinde, o zafer şimşeğinin, diğer harp aletlerine nispetle haiz olduğu üstünlüğü kuvveden fiile çıkarmıştır.
Bu yolda olan buluşlarının başlangıcı, kendi tasarım ve hesabı üzerine mühendis Muslihiddin ve Sarıca Sekban ile Urban adındaki bir Macar’ın döktükleri toptur ki 300 kantar bakırdan imal olunmuştur. Bu top 12 kantar ağırlığında mermer gülleyi bir mil mesafeye atardı (Kantar veya kıntar, 44 okkaya eşit ağırlık miktarıdır. Yaklaşık 56 kg ağırlığa karşılık gelir. Üç yüz kantar yaklaşık 17 ton etmektedir. On iki kantarlık gülle 677 kg olmaktadır).
Padişah’ın harp hazırlıkları sona erdiği sıralarda, Rumlar bir tarla anlaşmazlığından dolayı hisar muhafızlarına saldırıp ahitlerini bozduklarından, 1453 senesi ilkbaharında, İmparator’un Yunanistan’da hüküm süren biraderlerini işgal ederek İstanbul’a yardım etmelerini engellemek için Turhan Bey, yeterli kuvvetle Mora’ya gönderildi. Fatih ise bizzat İstanbul üzerine hareket etti.
Osmanlı askerleri, ekseri tarihçilerin naklettiklerine göre 200 binden ziyade idi. Orduda bulunan topların miktarı üçü büyük ve geri kalanı normal olmak üzere yüz otuza ulaşmaktaydı. Bunların en büyüğüne 50 çift öküz koşularak yolda da idaresine 400 adam tayin olunmuştu. İki yüz elli kişi de yolları, köprüleri, topun geçişine müsait olacak surette düzeltmeye memurdu. Bu zorluklar sebebiyle ordu-yı hümâyûn sur altına ancak iki ayda varabilmiştir.
Yolculuğu esnasında kumandanlardan Karaca Bey, İmparator’un elinde kalmış olan yerlere hücum ederek Ayastefenos’a (bugünkü Yeşilköy) kadar gelmiş, Silivri ve Bugados (Bigados veya Boğadis, Silivri ilçesine bağlı Selimpaşa beldesinin Osmanlılar zamanındaki ismidir) haricindeki düşman topraklarının cümlesini, Osmanlı kılıcına boyun eğdirerek teslim almıştı.
TARAFLARIN DURUMU
Kalıntılarından bir dereceye kadar anlaşılacağı gibi İstanbul’un deniz ve Haliç ile çevrilmiş olan cihetleri yalnız bir duvar ve kara tarafı ise çifte duvar ve yüzer ayak (3 m) derinliğinde çifte hendek ve çok sayıda kalelerle çevriliydi. Memleket üçgene yakın bir şey olarak düşünülürse üç köşesi olan Sarayburnu, Ayvansaray ve Yedikule taraflarında büyük istihkamlar vardı. Ordu-yı hümâyûnun sağ cenahı olan 100 bin piyade, Yedikule’nin karşısını ve sol kolda olan 50 bin kişi Balat Kapısı hizasını istinat noktası seçmiş ve Zağanos Paşa bir miktar askerle Galata üzerlerine ordugâh kurmuştu. Fatih ise 15 bin yeniçeri ile büyük ordunun merkezinde bulunuyordu. Deniz tarafında on sekiz gemi ile dört yüz kadar kadırga surların kuşatılması ve mühimmat nakliyle görevlendirilmişti.
Kalenin yerli ve yabancı eli silah tutan muhafızları 30 bin kişiden fazlaydı. Nihayet muhasara başladı. Bir taraftan İslam ordusundan açılan ateşin şiddeti ve bir taraftan da Fatih’in özel tertibiyle meydana getirdiği metris ve sıçan yollarının yapılış tarzı, İslam askerlerini daima bir muhafaza seddi altında tuttuğundan, Rumlar bu saldırıyı defetmekten bütün bütün ümitsiz olarak talihlerini deneme kabilinden, kaleden dışarıya şiddetli bir hücum gerçekleştirdiler. Fakat asâkir-i Muhammediye ölümden korkar veya hücumdan kaçar takımından olmadığından, bir iki hamle eder etmez hasımlarının kahraman ellerinin darbelerine tahammül edemeyeceklerine kanaat getirerek ricata mecbur oldular.
Her ne kadar şehrin suyla çevrili cihetleri yalın kat birer duvar ile çevrilmiş ise de Haliç’in güzergâhı, o zamanlar kırılması imkânsız olan bir zincir ile kapatılmış olduğu gibi Langa Bostanı ve Kadırga, birer liman olarak etrafı hendek ve kalelerle de tahkim edilmişti.
ŞÂHÎ TOPLARA SOĞUTMA SİSTEMİ
Dolayısıyla harp harekâtının kara cihetinden idaresinde daha fazla kolaylık görülerek üç büyük top, ilk önce Eğrikapı karşısına yerleştirilmiş, fakat orasının İmparator tarafından yeniden tahkim edilmesi sebebiyle, yapılan atışların istenildiği gibi tesiri görülememiş ve toplar merkez hücum yeri olan Topkapı karşısına nakledilmişti.
Yeni olan her şey, ne kadar mahir ellerden çıkmış olursa olsun yine de mükemmel olması beklenemez. Bu kabilden olarak ateşli silahlar da gerçi Fatih gibi kudretli bir kâşifin mahir ellerine düşmüş ve hayli de ilerlemişti. Ancak, yine de bir takım büyük eksikliklerden kurtulamadı. Mesela en büyük topun bir defa doldurulup atılması iki saati bulduğundan günde ancak sekiz defa kullanılabiliyordu. Bununla beraber çok fazla ısınmasının önüne geçmeye imkân bulunamadığından bir gün doldurulurken parçalandı.
Bu hadise Fatih’in buluş kuvvetine bir fırsat daha vermiş oldu. Fatih’in emri üzerine diğer iki büyük top, her atıldıkça zeytinyağıyla yıkanmaya başlanmış, bu suretle belirlenmiş oldukları amaç için tehlike olmaksızın kullanılmaları kabil olmuştur.
Namık Kemal’in kaleminden İstanbul’un fethini aktarmaya bir sonraki yazımda devam edeceğim.
Bu makale, 2 Haziran 2020 tarihli Yeni Çağrı gazetesinde yayınlanmıştır.
https://e-gazete.yenicagri.com/basili-gazete-sayfalari/2020/06/02/sayfa-5.jpg