NAMIK KEMAL’İN KALEMİNDEN İSTANBUL’UN FETHİ (2) (3.6.2020) Yeni Çağrı
Bir önceki yazımda, güzel İstanbul’umuzun fethinin 567. yıl dönümünü münasebetiyle gazeteci, yazar, şair ve idareci Namık Kemal’in (1840-1888) ilk baskısının 1872 yılında yapıldığı Evrak-ı Perişan isimi kitabının Fatih bölümünden fetihle ilgili pasajları sadeleştirerek aktarmaya başlamıştım. Ara başlıklar ilave ederek devam ediyorum.
GÖRÜLMEMİŞ HARP SİLAHLARI
Hazret-i Padişah kavrama kabiliyeti ve tedbirli davranışıyla İstanbul’un fethi gibi bir büyük işi, daha tecrübesi görülmemiş bir vasıtanın tesirine hasredemediğinden, muhasaraya birçok mancınıklar da getirmiş, kale üzerine sevk olunmak üzere içine oklu ve tüfekli askerlerin yanı sıra düştüğü yerde ateş alıp civarını yakan bir çeşit kimyevî madde ile dolu şişeler yerleştirilmiş tekerlekle yürüyen dört kule yaptırmıştı.
Bunlardan başka Yunancada “Kişver-güşâ” manasına gelen bir isim ile anılan bir alet daha imal ettirmişti ki bu da müteaddit tekerlekler üzerinde hareket ediyordu (Namık Kemal bahsettiği Yunanca kelimeyi yazmamış. “Kişver-güşâ” Farsça ülke açan yani fatih, cihangir demek. Okurlarımdan bu Yunanca kelimeyi bilen varsa öğrenmek isterim). Etrafı içeriden ve dışarıdan daima ıslak tutulan üç kat meşin ile kaplanmıştı. Üzerinde de yine içindeki askerleri muhafaza için kule ve sur sütresi şeklinde şeyler mevcuttu. Alt tarafında ise şehre karşı açılan dört kapısı vardı ve içleri ise hendek doldurmak için kullanılan odun ve sair eşya ile dolu idi. Bir de taşıdığı askerin kale muhafızlarıyla karşı karşıya harp edebilmelerine hizmet için bir takım atma köprüleri vardı.
Bir gece bu seyyar kale Topkapı’ya sevk edilerek oradaki burcu harap etti. Fakat İmparator’un gösterdiği fevkalade gayret sayesinde Rumlar harap olan yerleri sabaha bırakmaksızın onardıktan başka, neft şişeleriyle Kişver-güşâ’yı da yaktılar.
Gördüğü gayreti velev ki kendi zararına olsun takdir etmeyi şanından sayan, âlemin maharet sever şahıslarından olan Fatih, düşmanın o gece gösterdiği başarıya hayret ve gıpta etmiştir.
DONANMANIN BAŞARISIZLIĞI FATİH’İ KIZDIRIYOR
Muhasara bu hâl üzere iken İstanbul’un yardımına memur olduğu hâlde, bir aydan beri hava muhalefeti sebebiyle Marmara denizine geçemeyen on beş kadar geminin gelmekte olduğu görülünce donanma-yı hümâyûndan 150 kadar büyük ve küçük gemi bunların yolunu kesmek istediler. Hazret-i Padişah da bu durumu temaşa için deniz sahiline inmişti.
Düşman gemileri büyük ve topları mükemmel, tayfaları ise sanatlarında maharetli olmalarının yanı sıra, Osmanlı Devleti o zamana kadar donanmaya hiç ehemmiyet vermemiş, hatta mevcut olan gemilerin hepsi, İstanbul’un fethine teşebbüs edildiği sırada Fatih’in emriyle yaptırılmıştı. Fakat kaptanlık makamındaki Baltaoğlu’nun beceriksizliği sebebiyle onların da inşaları kaidesiz ve su kesimleri az olduğu gibi içlerinde lüzumu kadar top ve denize alışık tayfa yoktu.
Hâl böyleyken muharebe başlar başlamaz denizin yüzünü düşmanın her türlü mermileri kaplamış ve özellikle neft şişelerinin döktüğü ateş su üzerinde yüzmeye başlamıştı. Bu güçlükler ve ateşle suyun bir arada görünmesi askeri dehşete düşürmüş ve sanki Osmanlı gemilerini hayretten donmuş gibi bütün bütün hareketten alıkoymuştu. Yalnız dalgaların sevkiyle iki gemi yerlerinden oynamış, onlar da birbirine çarparak ateş almışlardı.
Fatih kendindeki marifet ve askerlerindeki üstün ahlaka güvenip de elinde olan ufak bir devletle bütün Avrupa’ya meydan okumuşken donanmasının yirmi de biri olan birkaç gemi ile baş edemediğini görünce hiddetle galeyana gelerek baştanbaşa öfke ateşi kesildi ve hemen, bindiği küheylan ile çakan bir şimşek gibi denize atıldı. Bu manzaranın tesiriyle donanmaya fevkalade bir gayret geldiğinden düşman gemileri üzerine şiddetli bir hücum daha yapıldı. Fakat galibiyet, Osmanlı gemilerinin çokluğu ve fedakârane gayretiyle düşmanın mahareti arasında kararsız kalmışken Rumların işine yarayan ve gayet kuvvetli bir rüzgâr esmeye başlayınca düşmanın zikrolunan beş gemisi donanmanın arasından süratle sıyrılıp geçtiler. Bu sırada kuşatma altındakiler de Sarayburnu’yla Galata arasındaki zinciri gevşettiklerinden birbiri ardınca Haliç’e girdiler.
GEMİLER KARADAN YÜRÜTÜLÜYOR
Halil Paşa bu başarısızlık üzerine, yine meydan bularak şehre böyle birtakım yardımlar daha gelebileceğinden, o takdirde de durumun zorlaşacağından bahsederek, Padişah’ı anlaşma kabulü için razı etmeye kalkıştı. Ancak Fatih, Paşa’nın hâlini ve bu türlü desiselerin ne manaya geldiğini daha birinci defaki saltanatından uzaklaştığı zaman pek acı tecrübelerle öğrenmiş olduğundan, müşaveresini hamiyet ve bilgilerine güvendiği Zağanos Paşa, Molla Gürânî ve Akşemseddin gibi birkaç büyük zatla sınırlı tutarak bu teşebbüsünde sebat etti. Fakat yukarıda anlatılan “Kişver-güşâ”nın yanması ve donanmanın düşman gemilerini engel olamaması ve bunca himmetlerle imal ettirdiği büyük toplara bile mevcut istihkamların hâlâ mukavemet edebilmesi, kendisini de biraz endişeye düşürmüştü.
Böyle zor zamanlarda acizlerin işi usanıp bırakmak, üstün kişilerinki ise araştırmaya devam etmek olduğundan, Fatih bir müddet Haliç’teki zinciri kırmaya çare aradı. Bulamayınca yine en büyük yardımcısı olan ilim ve irfan kuvvetinin kerametine müracaat etti ve beşer gücünün dışında görünecek bir tedbiri tatbike kalkıştı. Haritalarını bizzat kendisinin çizdiği bir yol üzerinden, Dolmabahçe’den Kasımpaşa’ya kadar bir kızak inşa ettirdi. Seçtiği yetmiş kadar gemiyi, yelkenlerini açtırarak ve Galata tarafında ne kadar insan ve hayvan varsa hepsini bu nakil işinde çalıştırarak bir gecede bin türlü çaba ve gayretle, hepsini birden Haliç’e indirtti.
Kuşatma altındakiler, böyle dağları taşları denize çevirir gibi bir olağanüstü bir olayın temaşasıyla bittabi müptela oldukları hayretten kurtulunca denize ulaşan bu gemileri yakmaya kalkıştılar. Bu yolda birkaç defa çok fedakârane hücumlarda da bulundular. Ancak her türlü harp teşebbüsleri ve gizli desiseleri Padişah’ın idrak ve ihtiyatından saklamak imkânsıza yakın bir şey olduğundan maksatlarını gerçekleştiremediler.
FATİH HAVAN TOPU YAPTIRIYOR
Fatih ise Galata’dan karşıya şimdiki sallar tarzında birbirine bağlı variller üzerinden asker geçecek ve top kaldırabilecek bir de köprü inşa ettirmeye başladı. Rumlar köprünün bitiminden sonra yine yakma teşebbüsünde bulundular. Fakat Padişah’ın ihtiyatını tecrübe etmekten başka bir şey kazanamadılar.
Nihayet zincirin içinde ve onu muhafaza için kullanılan 25 gemi ile Osmanlı gemilerine ve köprüye zarar vermeyi düşündükleri haber alınınca Fatih, Haliç’teki filonun emniyeti için Rum gemilerini yakmaya karar verdi. Ancak şimdiki Beyoğlu’nun bulunduğu mevkide olan Zağanos Paşa ordusundan başka bir yerden bunları topa tutmak kabil değildi. Oradan atılacak gülleler ise mecburen, Galata’nın istihkamlarına ve binalarına dokunacaktı. Hâlbuki Galata, Padişah’ın güvenliği altında bulunan Cenevizlilerin elinde idi. Dolayısıyla deniz kuvvetlerimizi düşmanın tasallutundan mevcut olan bu toplarla korumaya imkân bulunamadı.
Her tehlikeli durumda bir üstat bulmak ve her ihtiyaçta bir buluş yapmak Fatih’in hasletlerindendi. Bu zorluğun aşılması için de yine tükenmez bir hazine olan ilim ve irfanına başvurdu. Tertip ettiği hesap üzerine kavisli gülle atan birtakım toplar yaptırmaya karar verdi. Bu topların biriyle bizzat nişan alarak ikinci güllede bir Rum gemisini batırdı. İşte Padişah’ın, Haliç’teki köprü ve gemileri muhafaza için gerçekleştirdiği bu buluş, şimdi topçuluk sanatının en mühim metotlarından olan humbara usulüne esas olmuştur.
NİHAYET SUR YIKILIYOR
Denizde bu faaliyetler yürütülürken karada da kalenin dört burcu tahrip edilmişti. Aynı zamanda Osmanlı askerlerinin büyük gayretiyle hendeğin hemen hemen yarısı dolduruldu. Fakat surun duvarlarında geçişe imkân verecek bir gedik açılamadı. Çünkü duvarlar fevkalade sağlamdı ve atılan güllelerin tesiri ise yıkmak değil delik açmaktan ibaretti. Nihayet Padişah, Topkapı ile Edirnekapı arasında seçtiği bir duvarı normal toplardan müteşekkil birkaç batarya ile bir hat üzerine yapılan atışlarla beş on gün döve döve gevşettikten sonra büyük toplara ateş emri verdi. Âdeta yanardağ patlamış gibi bir kıyamet dehşetiyle dağ parçası gibi güllelerin birer mücessem zelzele gibi birbirini ardına gelmesi duvarı yer ile yeksan etti.
Bunun üzerine Fatih, İmparator’a bir kere daha kalenin teslimini teklif ettikten ve yine ret cevabı aldıktan sonra hücum edilmesini emretti. Fakat o gün yine fetih müyesser olamadı. Padişah da açılan gediğin düşman tarafından tekrar kapatılmasına meydan vermemek için her tarafa meşaleler yaktırarak hatta mızrakların ucuna varıncaya kadar mum diktirerek muharebeden el çekmedi. Ordu-yı hümâyûn ışık çokluğundan öyle bir hâle gelmişti ki ertesi gün zuhur etmesi beklenen fethin hemen önceden şenliklerine başlanılmış zannedilirdi.
FETİH MÜYESSER OLUYOR
Sabah olunca Padişah bermutat askerini yanına alarak, önlerine ateş yanlarına altın saçarak yine hücumu başlattı. Bu kıyamet kargaşasını andıran hengâme birkaç saat devam ettikten sonra Osmanlı askerleri karadan Haliç’ten, kendi naaşlarıyla hendek dolduracak derecede gösterdiği gayret sayesinde kale fetholundu. Cenevizlilerin elinde bulunan Galata ile Rumlarda kalmış olan Silivri ve Bugados ise İstanbul’un zaptını müteakip aman dilediler.
Padişah hazretleri İstanbul’a bir zafer alayı ile girip İmparator’un ikametgâhı olan Eski Saray’a vardı. Bu binanın süslemeleri ve büyüklüğüyle beraber artık ıssız bir viraneye döndüğünü müşahede ettiğinde gözlerinden yaş dökülmeye ve şu beyti tekrara başladığı, hakimâne meşrebinin delillerinden olarak tarihlerde zikrolunan olaylardandır:
Bûm nevbet mîzened ber târem-i Efrâsyâb / Perdedarî mîküned der kasr-ı Kayser ankebût
(Sadî-yi Şirazî’nin Gülistan adlı eserinde yer alan bu beytin manası: Efrâsyâb’ın kubbesinde baykuş nöbet tutuyor / Kayser’in sarayında örümcek bekçilik yapıyor)
HRİSTİYANLARA HÜRRİYET GELİYOR
Fatih, İstanbul’da yalnız 20 gün kadar ikamet ederek bu müddet içinde bir taraftan Galata’nın karaya doğru olan duvarlarını yıktırmak, İstanbul istihkamlarını tamir ettirmek ve Karadeniz sahillerinden 5 bin kadar hane naklederek şehrin imarını artırmak gibi siyasî tedbirlerle uğraşırken bir taraftan da ulvî himmetini adalet ve merhamet cihetlerine yönelterek Hristiyanların mezhep hürriyetlerini ilan etmiş ve Rum patriklerinin yerlerinde kalmalarına müsaade etmiştir. Memleketin esir düşen ileri gelen şahsiyetlerini de bedellerini hazineden vererek azat ettirmiştir.
Dinî hislerini ve siyasî ihtiyaçlarla ilgili düşüncelerini ifrata vardıran bazı zevat, Padişah’ın bu muamelelerinden hoşnut olmadılar.
- Şevket-i Muhammediye’nin kuvvet ve kudreti bu derece yükselmişken Hristiyanları kılıç ile İslam’ı kabul etmeleri arasında bırakmaya ne mâni olabilir? Hele yıkılan devletin ileri gelenlerini hür bırakmak, mülk içinde bir fesat fırkasının bekasına cevaz vermek değil midir? yollu sitemde bulunmaya kalkıştılar. Fatih ise:
- Din-i Mübin’i, Hazret-i Allah’tan ziyade himaye iddiasında bulunmak ne büyük haddini bilmezliktir! cevabıyla birinci itirazı reddeyledi.
Ancak Rumların ileri gelenleri, Kostantin’in vezirlerinden Notaro’nun başkanlığında bir ittifak kurarak yine Osmanlılar üzerine, Avrupa’dan Haçlı orduları kaldırmak için yaptıkları teşebbüslerle haklarında Padişah’ın ihsan buyurduğu merhametin yerinde kullanılmadığını ispat ederek küfran-ı nimetlerinin cezasını cellat önünde çektiler.
Bu makale, 3 Haziran 2020 tarihli Yeni Çağrı gazetesinde yayınlanmıştır.
https://e-gazete.yenicagri.com/basili-gazete-sayfalari/2020/06/03/sayfa-5.jpg