MEKTÛBÂT-I İMÂM-I RABBÂNÎ NEDEN FARKLIDIR? (1.9.2019 Türkiye)
1563-1624 yılları arasında Hindistan’da yaşayan büyük İslam âlimi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât kitabı, çok kıymetli kelâm ve fıkıh bilgilerini ihtiva eden, Resûlullah’ın güzel ahlakını açıklayan uçsuz bucaksız bir deryadır. İlk ikisi sağlığında, üçüncüsü de vefatından sonra olmak üzere üç ayrı talebesi tarafından, üç cilt halinde toplanmıştır. Mektûbât'ın birinci cildinde 313, ikinci cildinde 99, üçüncü cildinde 124 olmak üzere toplam 536 mektup vardır.
Bu mektupların 22 tanesi Arapça, 7 tanesi Arapça ve Farsça karışık olup geri kalanı Farsçadır. Farsça Mektûbât dünyanın çeşitli yerlerinde ve çeşitli yıllarda defalarca basılmıştır. Arapça ve Urducaya da çevrilmiştir. Osmanlılar zamanında Müstakîmzâde Süleyman Sadeddin Efendi (öl. 1788) tarafından 1158’de (1745) Türkçeye çevrilmiş ve 1277’de (1860) İstanbul’da basılmıştır.
Bu çok kıymetli eserin birinci cildinin günümüz Türkçesine tercümesi Hüseyin Hilmi Işık Efendi (1911-2001) tarafından yapılmış ve ilk olarak 1968’de bastırılmıştır. İkinci ciltteki 99 mektuptan 45, üçüncü ciltteki 124 mektuptan 38 tanesinin tercümeleri yine Hüseyin Hilmi Işık Efendi’nin Se’âdet-i Ebediyye kitabında mevcuttur. Ayrıca ikinci cildin diğer 2 mektubu Hüseyin Hilmi Işık Efendi’nin Eshâb-ı Kirâm, üçüncü cildin diğer 4 mektubu İslâm Ahlâkı, Hak Sözün Vesîkaları ve Fâideli Bilgiler kitaplarında mevcuttur. Hüseyin Hilmi Işık Efendi bu tercümeleri, hocaları Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ve oğlu Ahmed Mekki Efendi’den işittiği, bunların da İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine kadar uzanan üstatlarından asırlar boyunca süzülüp gelen nadir bilgilerin ışığında yaptığından çok kıymetlidir. Piyasada mevcut diğer tercümelerde ise kesif bir tercüme kokusu hemen hissedilmekte, okurken insana zevk vermemektedir.
Hüseyin Hilmi Efendi’nin naklettiğine göre, Osmanlı Devleti’nde İslam medreselerinin en yükseği olan Medresetü’l-Mütehassısîn’de tasavvuf müderrisi yani profesörü olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri sohbetlerinde “İslam dininde, Mektûbât kitabı kadar kıymetli hiçbir kitap yazılmamıştır.” ve “Allah’ın kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm’den ve Peygamberimizin hadîs-i şerîflerinden sonra en kıymetli, en üstün kitap, İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât kitabıdır.” buyururdu.
1972’de kaydolduğum Bursa Erkek Lisesi’nde okurken edindiğim arkadaşlarımın, din konusunda doğru ve sağlam bilgileri öğrenmem için tavsiye ettikleri kitaplar arasında Mektûbât da bulunuyordu. Bu kıymetli kitapta, o güne kadar okuduğum kitaplardan farklı olarak bazı hususlara çok fazla önem verildiği daha o zamanlar dikkatimi çekmişti. Bunlardan 6 tanesini maddeler hâlinde aşağıda arz ediyorum. Bu hususlar için Mektûbât’tan alınan bölümler, sadece örnek olarak verilmiş olup başka mektuplarda da tekrar tekrar vurgulanmaktadır.
1- Bidat, yani dine sonradan yapılan ekleme, çıkarma ve değiştirmelerin; küçüğü, büyüğü, zararsızı, güzeli yoktur. Bunlardan şiddetle kaçınmak lazımdır.
“Allahü teâlâya ağlayarak, sızlayarak ve ona sığınarak ve güvenerek yalvarıyorum ki, bu fakiri ve ona bağlı olanları, bidat olan işleri yapmaktan korusun ve bidatlerin güzel ve faydalı görünmelerine aldanmaktan muhafaza buyursun! Seçilmiş olanların, sevilenlerin efendisi ve en üstününün hatırı için bu duayı kabul eylesin!
Bidat demek, Resûlullah’ın ‘sallallahü aleyhi ve sellem’ zamanında ve onun dört halifesi zamanlarında bulunmayıp da dinde sonradan meydana çıkan şeylere denir. Bidatleri ikiye ayırmışlar: ‘Hasene’ yani güzel ve ‘Seyyie’ yani kötü. Resûlullah’ın ve dört halifesinin zamanlarında bulunmayıp da dinde sonradan meydana çıkan ve bir sünnetin unutulmasına sebep olmayan güzel şeylere, ‘hasene’ demişlerdir. Sünneti ortadan kaldıran bidate de ‘seyyie’ demişlerdir. Bu fakir, bu bidatlerin hiçbirinde güzellik ve parlaklık görmüyorum. Yalnız karanlık ve bulanıklık duyuyorum. Eğer bugün, kalpler kararmış olduğundan, bidat sahibinin işleri iyi ve güzel görülürse de yarın kıyamet günü, kalpler uyandığı zaman, bunların zarar ve pişmanlıktan başka bir netice vermedikleri görülecektir.” (Mektûbât, I, 186. Mektup)
2- İnsana kötü arkadaşın vereceği zarar, nefsinin ve şeytanın vereceği zarardan çoktur. Arkadaş seçmekte çok dikkatli olmalıdır.
“Dünyaya düşkün olanlarla arkadaşlık etmek, onlarla görüşmek, öldürücü zehirdir. Bu zehirle öldürülen kimse, sonsuz olarak ölür. ‘Aklı olana bir işaret yetişir.’ demişlerdir. Biz ise, açıkça ve üzerine düşerek anlatıyoruz. Bunların yağlı, tatlı yemekleri, kalbin hastalığını arttırır. Kalbin iyiliği, hastalıktan kurtulması nasıl düşünülebilir? Sakın! Sakın! Çok sakın!
Onlarla görüşmekten, arslandan kaçar gibi, hatta daha çok kaçmalıdır. Arslan insanın yalnız canını alır. Bu da ahirette faydalı olur. Dünyaya düşkün olanlarla beraber olmak ise, insanı sonsuz felakete ve zarara sürükler. Onlarla konuşmaktan, onların lokmalarını yemekten ve onları sevmekten ve onları görmekten sakınmalıdır.” (Mektûbât, I, 138. Mektup)
“Kâfirlere kıymet vermek demek, onları üstün tutmak, karşılarında eğilmek olmakla beraber, onlarla birlikte bulunmak, konuşmak, görüşmek de onlara kıymet vermek olur. İslam düşmanlarından, İslamiyet’e saldıranlardan, köpekten kaçar gibi kaçmak, onların pis ve alçak olduklarını bilmek lâzımdır. İslam dinine saldıran, bir mevki, makam sahibi ise ve bir Müslüman’ın bu kimseye bir işi düşerse ve bu işi muhakkak onun yapması icap ederse, abdesthaneye gider gibi, işi bitirinceye kadar yanına gidilir. Fakat yine o alçağa kıymet verecek bir şey söylenmez ve böyle bir hareket yapılmaz. Olgun bir Müslüman, onun yüzünü görmemek için, o işinden bile vazgeçer. Onun zehirli, zararlı sözlerini işitmekten, Cehennemlik yüzünü görmekten kurtulur.” (Mektûbât, I, 163. Mektup)
3- Eshâb-ı Kirâmı yani Peygamber Efendimizin arkadaşlarının tamamını, herhangi bir ayırım yapmadan çok sevmemiz lazımdır.
“Bu büyüklerin yolu Eshâb-ı Kirâm’ın yoludur. Eshâb-ı Kirâm’dan her biri, Hayrü’l-Beşer’in ‘sallallahü aleyhi ve sellem’ sohbetinde bir kere bulunmakla öyle bir dereceye yükselirdi ki, onlardan sonra gelen evliyanın en büyüklerinden pek azı, en son olarak bu dereceye yükselebilmişlerdir. Bundan dolayı, Uhud Gazvesi’nde Hazreti Hamza’nın ‘radıyallahü anh’ şehit olmasına sebep olan Vahşî ‘radıyallahü anh’ iman edip bir kere Peygamber’in ‘sallallahü aleyhi ve sellem’ huzurunda bulunduğu için, Tâbi’în’in en üstünü olan Veysel Karânî’den efdal olmuştur. Büyük İslam âlimi Abdullah b. Mübârek’e, ‘Mu’âviye ile Ömer b. Abdülazîz’den hangisi efdaldir?’ diye sorulunca, Resûlullah’ın yanında giderken Mu’âviye’nin ‘radıyallahü anh’ bindiği atın burnuna giren toz, Ömer b. Abdülazîz’den yüzlerce kat daha kıymetlidir, buyurdu.” (Mektûbât, I, 58. Mektup)
4- Dinin emirlerini yerine getirmekte bir öncelik sırası vardır. Mesela, farzların yanında nafilelerin hiç kıymeti yoktur.
“Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, hep kalbin bozuk olmasındandır. Kalbin bozuk olması, İslamiyet’e tam inanılmamasıdır. Mümin olmak için, yalnız kelime-i şehadeti söylemek yetişmez. Münafıklar da bunu söylüyor. Kalpte iman bulunduğuna alâmet, İslamiyet’in emirlerini seve seve yapmaktır. Zekât niyeti ile fakire bir altın vermek, yüz bin altın sadaka vermekten daha sevaptır. Çünkü zekât vermek, farzı yapmaktır. Zekât niyeti olmadan verilenler ise nafile ibadettir. Farz ibadetin yanında nafile ibadetlerin hiç kıymeti yoktur. Deniz yanında, damla kadar bile değildir. Şeytan aldatarak, kazaları kıldırtmıyor, nafile kılmayı güzel gösteriyor. Zekât verdirmeyip nafile hayırları göze güzel gösteriyor.”(Mektûbât, III, 17. Mektup)
5- Tasavvuftan maksat, dinin emirlerini isteyerek yapma melekesini elde etmektir. Yoksa ruhlar, nurlar âlemine dalmak, uçmak, harikulade hâller göstermek değildir.
“Önce itikadı düzeltmek lazımdır. Dinden olduğu tevatür yolu ile, yani çok kimselerin söylemesi ile zaruri olarak bilinen şeylere inanmak elbette lâzımdır. Bundan sonra, fıkıh kitaplarında yazılı olan şeyleri öğrenmek ve yapmak zaruridir. Bundan sonra da tasavvuf yolunda ilerlemek gelir. Fakat bu, kimsenin bilmediği şeyleri öğrenmek, kimsenin görmediği gizli şeyleri görmek için de değildir. Nurları, renkleri görmek için değildir. Bunlar oyun, keyif verici şeylerdir. Herkesin gördüğü şeyler ve renkler yetişmiyor mu ki, bunları bırakıp da riyazetler, sıkıntılar çekerek, bilinmeyen şeyler ve renkler aranılsın?
Tasavvuf yoluna girmek, İslamiyet’in inanılacak şeylerine imanı kuvvetlendirmek içindir. Böylece iman, düşünerek anlamak zorluğundan kurtularak, görmüş gibi sağlam ve vicdani olur ve kısaca inanmak yerine, etraflı ve derin iman hâsıl olur. Mesela, Allahü teâlânın varlığına ve bir olduğuna önce düşünerek veya başkalarından görerek inanıyordu. Tasavvuf yolunda ilerlemek nasip olunca, o düşünerek ve işiterek olan iman, şimdi bularak, anlayarak hâsıl olur. İmanı olgunlaşır. İnanılacak şeylerin hepsine de böyle iman hâsıl olur.
Tasavvuf yoluna girmenin ikinci faydası, fıkıhta bildirilen vazifeleri yapmakta kolaylık elde etmek ve nefs-i emmâreden ileri gelen güçlükleri yok etmektir. Bu fakir iyi anladım ki tasavvuf, İslamiyet’in yardımcısıdır. İslamiyet’ten başka bir şey değildir.” (Mektûbât, I, 210. Mektup)
6- Fitne çıkarmak haramdır. Müslüman fitne çıkarmaz. Fitne çıkmasına sebep olabilecek hâl, hareket ve davranışlardan şiddetle kaçınır.
“Hadîs-i şerîfte, (Fitne uykudadır. Bunu uyandırana, Allah lanet eylesin!) buyuruldu.” (Mektûbât, I, 288. Mektup)
“Yavrum! Fitnelerin yayıldığı, fesatların çoğaldığı zamanlar, tövbe ve istiğfar zamanıdır. Kenara çekilmeli, fitnelere karışmamalıdır. Fitneler çoğalıyor. Gün geçtikçe yayılıyor. Peygamber Efendimiz buyurdu ki, (Kıyamet yaklaştıkça, fitneler çoğalır. Gece başlarken karanlığın artması gibi olur. Sabah evinden mümin olarak çıkan çok kimse akşam kâfir olarak döner. Akşam mümin iken, gece sefalarında imanları gider. Böyle zamanlarda, evine kapanmak, fitneye karışmaktan hayırlıdır. Kenarda kalan, ileri atılandan hayırlıdır. O gün oklarınızı kırınız! Silahlarınızı, kılıçlarınızı bırakınız! Herkesi tatlı dil ile, güler yüzle karşılayınız! Evinizden çıkmayınız!)”. (Mektûbât, II, 68. Mektup)
Bu makale, 1 Eylül 2019 tarihli Türkiye gazetesinde yayınlanmıştır.
https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/genis-aci-fikir-ve-tartisma/609586.aspx